Bolu-Abant'ta yazılan ilk kurgu taslağı (zaman içinde büyük ölçüde başkalaşarak gelişmiştir):
Savruluş romanının yazar tarafından Bolu-Abant'ta kaleme alındığı gün ortaya çıkan ilk taslak (ilk dört sayfa):
Kuzey Yıldızı
Büyükada Temmuz 1948
Büyükada'nın güneyindeki bu ıssız çamlıkta, onu bu kadar kolay bulacaklarını hiç tahmin edememişlerdi.
Hava neredeyse kararmak üzereydi. Akşamın böyle münasebetsiz bir saatinde genç gazetecilerin kaba bir şekilde flaşlar patlatıp fotoğrafını çektikleri berduş görünümlü adam, bir anda kendisinden beklenemeyecek bir çeviklikle çam ağaçlarının arasındaki toprak patikadan aşağıya doğru hızla kaçmaya başlamıştı.
Ağaç ve çalılıkların içindenden soluk soluğa bir takip başlamıştı. Adeta bir av partisi gibiydi. Gazetecilerden önde olanı yüzüne gözüne çarpan dal ve çalılara önem vermeden aynen kaçan adam gibi ölümüne koşuyordu. On dakika süren bu sıkı takip ve kovalamaca, sonunda sakalları uzamış pejmürde görünüşlü adamın teneke ve çam dallarından yapılmış olan büyükçe bir kümese benzeyen gecekondu şeklindeki kulübesinin tam önünde bitivermişti.
Her ikisi de bellerinden yere doğru eğilmiş ve nefes nefeselerdi. Berduş görünümlü adam sac ve tenekelerden yapılmış eğreti kapısının önünde oldukça korkmuş bir haldeydi. Neden takip edildiğini ve burada neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Adam; kendisiyle boynunda teyp elinde fotoğraf makinasıyla röportaj yapmaya çalıştığı belli olan ve çok meraklı olduğu anlaşılan gazete muhabirinin bu amansız takibine teslim olmuş görünüyordu.
Gazeteci; adeta fare gibi köşeye sıkıştırdığı ve hırsla peşinden koşarak buraya kadar amansızca kovaladığı bu perişan adamı belli ki çok ürkütmüştü. Gazete muhabiri, onu bukadar fazla korkutmanın verdiği bir suçluluk duygusuyla, neredeyse burun direğini kıracak kadar keskin bir şekilde alkol ve idrar kokan, ürkek ürkek kendisine bakmakta olan sakallı ve her tarafı dökülen adama yumuşak bir ses tonuyla seslendi:
"Korkma hemşerim ya! Asla sana zarar falan vermeyi istemiyorum. Sadece senin gazi olduğunu bir yerlerden öğrendik işte! Eğer bu doğruysa konuş benimle, çok karlı çıkarsın. Bu perişan yerden ve hayattan gerçekten de kurtulabilirsin yani!"
Adam kısa bir sessizliği müteakkip bir anda rahatlayıp, sanki abdestini yapar gibi yere çömelivermişti. Ellerinin çatlakları tırnaklarının içi ve etrafı gibi simsiyahtı. Sapsarı dişleri kararmakta olan havaya rağmen belli oluyordu. Giysileri ise meşinleşmiş ve çoğunlukla yırtık pırtık bir haldeydi.
Yerlerden topladığı belli olan cebinden çıkarttığı bir avuç yarım izmaritten en büyüğünü özenle seçip bir hamlede kibritiyle yakıverdi. Derin bir nefes çekti. Ağzından burnundan dışarıya duman bıraktı düşünceli düşünceli.
Önce tam karşısından batmaya başlayan güneşin kızıllığının kapladığı ufuk hattına ve hemen yanındaki İstanbul'un turuncu gökyüzüne siyah olarak düşen muhteşem silüetine doğru baktı. Büyükada'nın en güzel yerindeydiler. O an için sanki hiç konuşmayacakmış gibi sakin ve ilgisiz görünüyordu.
Genç gazeteci bunun üzerine adamı tekrar sözleriyle sıkıştıdı:
"Bak şimdi, dinle beni! Ben Cağaloğlu'dan uzaktan bu kadar yol tepip buralara kadar geldim. Buradan boş dönemem! Yani sabaha kadar burada otururum ve seni rahat bırakmam. Günlerce de rahat bırakmam. Ben olmazsam başka adamlarımı gönderirim. Ama eğer anlatırsan para istersen para, altın istersen altın. Yani ne istersen söyle, yemin ediyorum ki ben helal olsun diyeceğim. Bu işten hem sen kazan hem de ben kazanayım anlayacağın. Hadi hemşerim, lütfen birşeyler anlat bana, neler oldu, neden buradasın bu halde!"
Adamın gözü, hala ufukta batmasını tamamlamak üzere olan turuncu güneşteydi. Sigarasından bir nefes daha çekti ve hemen ardından balgam dolu ciğerlerini boşaltırcasına peş peşe çatlak çatlak öksürdü bir süre. Uçları nikotin sarısı renkli uzun bıyık ve sakalllarına saçılan tükürüklerini üzerindeki pardesüye benzeyen yıpranmış giysinin koluna sildi.
Temmuz sıçağının gündüzden kalma etkisiyle her taraf hala sıcak ve ekşi ekşi kokuyordu. Cırcır böcekleri ise ince metalik sesleriyle uğultu halinde insanın adeta kulağını oyuyorlardı. Yeşil at sinekleri insana peş peşe sülük gibi yapışıyorlardı. İnsana tiksinti veren 0varlıklar Adam sanki sineklerin arkadaşıymış gibi onlara hiç itiraz etmiyor, gazeteci ise sürekli eliyle onları kovalamaya çalışıyordu.
Gazetecinin yanında getirdiği arkadaşı da bir anda orada bitivermişti. Fotoğraf makinasını şimdi de o almış peş peşe falaşı patlatarak etrafın fotoğraflarını çekmeye çalışıyordu.
Perişan görünümlü saçları artık keçeleşmiş adam birden kendisine konuşmasını ısrar edip ayakta duran genç muhabire doğru yavaşça başını kaldırdı. Cigarasından emer gibi bir nefes daha çekti ve çatlak bir sesle umutsuz bir tarzda sordu:
"Ne olacak ki bu şimdi?"
"Birşey olacağı falan yok, sadece senin gibi bir gazimizi buralara getiren hikayeyi öğrenmek ve insanlarımıza eğer varsa vefasızlığımızı anlatmak istiyorum ropörtajımda. Belki senden sonrakilerin işine yarar yani..."
Adam bu sözü duyunca cana gelivermişti sanki. Ama yine de kendini tuttu ve vaz geçti birşeyler söylemekten.
İnatçı muhabir bir türlü pes etmemişti. Biliyordu ki eğer bugün konuşturamazsa, gazete de bu projeden vaz geçecekti. Zaten adada böyle berduş bir gazi olduğunu tesadüfen burada oturan bir öğrenci velisinin gazeteye yazdığı bir mektuptan öğrenmişlerdi.
Bu mektuba göre; arkadaşlarıyla oynayan küçük meraklı oğlu perişan görünümlü bu adamı görmüş ve ona kim olduğunu sorunca da: "gaziyim ben, bani rahat bırakın" cevabını almış. O da gelip babasına durumu anlatmış. Babası da civardaki birkaç iyi komşusuyla beraber adamı hiç rahatsız etmeden ara sıra ona yemek, eski giysi vs. bırakmaya başlamışlar. Adam hiç kimseye zarar vermeyen kendi halinde birisiymiş. Bir yıldan fazla bir süredir de adanın nispeten ıssız bu bölgesinde gündüzleri uyuyup, geceleri aynı yerde oturur dururmuş. Çok nadiren de bazı ihtiyaçları için karanlıkta geç saatlerde ada merkez meydanına inermiş. Yumuşak geçen son kışı bu kümes gibi kulübesinde, nasıl olup başardıysa donmadan geçirmiş. Ama bu kışın ne olacağından kimse emin değilmiş. Polisler de bir iki sefer gelip kendisiyle ilgilenmek istemişler. Ama o kimsenin yardımını istemediğini ve halinden memnun olduğunu söyleyip her geleni hep geriye postalamış.
Mektupta ayrıca adama İstiklal Harbi gazisi ve yaşlı birisi de deniyorsa da, yakından bakınca onun İstiklal Harbi gazisi olamayacak kadar genç birisi olduğunu hemen anlamıştı. Dolayısıyla aklından bir ara, haberin genel olarak palavra olduğu bile geçti. Ama zihnini biraz zorlayınca iki yıl önce biten Kore savaşı aklına geldi.
Yani ya gerçek küskün genç bir malül gaziyle ya da sarhoş bir berduşla karşı karşıya bulunduğunu hissediyordu. Her iki halde de gazete için bunlar haber değeri taşıyabilirdi. Bu nedenle ısrarına devam etmeye karar verdi ve az önce batan güneşin kırmızılığına doğru hala ekşi bir suratla dalgın dalgın bakan saçı sakalı birbirine karışmış adama soruverdi:
"Ya bak! Benim şu halime bak yani. Ben bu gece adadayım, artık bu saatten sonra bir yere gidemem senin anlayacağın. Hava da tipik bir yaz havası, açık ve güzel. Şimdi gider iki büyük şişe Marmara da alır gelirim ve sohbete başlarız. Tamam mı? Hem sen gerçekten malül gazi misin, nerede oldun ki?"
Adam acı acı gülümser gibi bakıyordu. Sakalını kirli eliyle sıvazlayıp duruyordu. Karşısındaki gazetecinin hiç pes edeceği falan yoktu. Yanlız "sohbet" lafını da duyunca bu sihirli söz adamın bir anda gözlerini parlatmış ve onun direncini adeta eritivermişti. Başını sağa sola "Tövbe tövbe çattık!" dercesine sallayarak kısık sesle cevap verdi:
"Ama iyi de, hem anlatsam ne değişir ki? Neyi geri getirebilirim ki, hem sen bana ne yapabilirsin ki?"
Fakat yine de bu söylediklerini yalanlarcasına aşağıdan genç gazetecinin gözlerine anlamlı anlamlı bakarak sözlerine devam etti:
"Peki hemşerim, galiba senin pes edeceğin falan yok zaten. Hadi git getir bakalım o birşeyleri de biraz sohbet edelim."
Adam ara vermeden yine cabinden çıkarttığı ikinci izmaritini yakıp tüttürmeye başlayıvermişti.
Gazeteciler ise istediklerinii kopartmanın sevinciyle aynı patikadan kan ter içinde koşup kısa sürede yukarı çıktılar ve en yakındaki bakkalın yolunu tuttular. "Adam sohbet etmekten cayıp ya vaz geçerse" diye ikisinin de içi oldukça huzursuz olmuştu.
Elindeki kesekağıtları dolu iki file ile tekrar geri geldiklerinde berduş görünümlü adam hala aynı yerde, aynı çömelmiş pozisyonda ve aynı noktaya bakar bir durumdaydı.
"Geldim işte bak! Nevale hazır, herşey var bunların arasında; Marmaralar, üç adet bardak, sucuk, peynir, pastırma, kavun, beyaz peynir ve ekmek."
Adam hafifçe gülerek şişelerden birisini çekip aldı ve kendisine uzatılan bardağı geri iterek:
"Bana bu yeter, bu sizin olsun sağol!" dedi.
Az sonra su bardağına koydukları şaraplarının ilk bardaklarını adamın şişesiyle tokuşturarak ilk yudumlarını içtiler.
Adam elinin birisini kaldırıp "Dikkat edin şimdi, huzur nasıl geliyor bakın!" dedi. Öylece durdu ve etrafı dinliyor gibi dikkat kesildi. Hava artık kararmış sayılabilirdi. Aynı anda da tiz bir uğultuyla kudurmuş gibi ordular halinde ötmekte olan cırcır böceklerinin hepsi, sanki bir yerden ani bir işaret almışlar ve adeta sözleşmişler gibi bir anda susuvermişlerdi. Bu yüzden etrafta insana huzur veren belirgin bir sessizlik oluşmuştu.
Adam; bir ara kümese benzeyen evine girip getirdiği ve masaya koyduğu isli gaz lambasının titrek ışığında anlatmaya başlamıştı. Alttan yüze vuran ışıklar sakallı suratını daha korkunç yapıyordu.
Mehtabın suya vuran pırıltılı ışıkları koyu lacivertimsi bir kadifeyi andıran dalgasız denizin üzerinde muhteşem bir manzara yaratıyor ve göz alıyordu.
Adam ağızının kenarında eğreti duran yarım sigarasını iki parmağıyla tutup kuvvetle içine çektikçe ucu kor gibi kızarıyor ve sigara giderek küçülüyordu. Şişeli eliyle denizi işaret ederek:
"Marmara şarabı ve Marmara denizi, yakışır değil mi? Buradan karşılara bakınca bu Marmara şişesinden sanki Marmara denizini içer gibi oluyorum hep, içim ruhum serinliyor!" dedi. Sonra da bu kendi yaptığı esprisini beğenip gülmüştü hafifçe.
Sarhoş görünüşlü ama oldukça ayık olduğu anlaşılan adam güzel İstanbul şivesiyle en eski günlerine dönmüştü. Genç muhabir de bu tertemiz açık havada şanslı bir gününde olduğunu düşünerek, onun tam karşısındaki köhne sandalyesinde, kırık dökük tahta bir masa üzerinde söylenenleri hiç kaçırmadan not etmeye çalışıyordu. Pek konuşmayan arkadaşı da bu titrek ışığa rağmen arada sırada flaş patlatıp fotoğraf çekmeye çalışıyordu.
Altından yayı fırlamış kirli kumaş kaplı keçelenmiş koltukta tam karşısında oturan ve hayattan adeta vaz geçmiş gibi görünen Hint fakirine benzeyen bu adam, geçmişini hatırlamaya başlayınca bir anda gözlerini kapatıvermişti. Kendisinden geçmeye başlamıştı. İçini uzun süredir ilk kez böyle bir başkasına döküyor olmanın da dayanılmaz keyfiyle heyecanla anlatmaya başlamıştı. Başka bir dünyaya gitmiş gibi sanki yüzü de bir anda rahatlayıvermişti.
Romanın kurgusu başlangıçda aşağıdaki ilk taslak çatıya uygun olarak düşünülmüş ancak zaman içinde büyük ölçüde başkalaşarak gelişmiştir
- Babaları ve annesi doğuştan sakat (Tek ayağı kısa ve otistik) amcaya bakış
- Bakkal çıraklığı
- Ağabeyin okuyamaması
- Aşık olması
- Babasıyla yollarının kalben ayrılışı
- Babasına rağmen hem kaçmak hem de para biriktirmek için asker oluşu veya geçim sıkıntısı nedeniyle ailesinin kendisini Astsubay yapmaları
- Bir anda kendisini 241'inci Alayda bulması (Gönüllü olması)
- Babasının muhalefetine rağmen kaprisli bir kızla evlenmesi, nikah yapılıp evlenme yapılmaması (Düğünün dönüşe bırakılışı)
- Politik karar(DP/kararın meclise danışılmadan alınışı)
- Emrin alınışı
- Hazırlık eğitimleri (1'inci Kafile)
- Kominizm düşmanlığına odaklanış
- İntikal
- Kore'de ilk günler
- İmkansızlıklar/fedakarlıklar
- Kore gerçekleri (ne umdu ne buldu)
- Diğer ülke askerleriyle iletişim, rekabet, sorunlar
- İlk çatışme
- Müslüman Hırıstiyan ayrım olmadan insan olarak kader birliği etmeleri (Yabancı bir askerle işbirliği, kültür farklılığı)
- Gazilerin toplumsal sorunları
- Sürpiz Final
|