SAVRULUŞ
Skip Navigation Links
Skip Navigation Links


Cihangir Akşit Romanları

Sarı Sessizlik

Sarı Sessizlik
Bir kayboluşun romanı




Miralay Reşat Bey ve Vatan Savunmasında 27 yıl

Miralay Reşat Çiğiltepe
ve Vatan Savunmasında
27 yıl




Savruluş

Savruluş


Romandan kesitler

Parça No: 1

"...Bu tür durumlarda bazen iyi şeyler de oluyordu. Yeni evimizle birlikte üvey babamın ilk evliliğinden olan iki yetişkin çocuğu da bir anda benim sevgili kardeşlerim oluvermişti, yani aslında çoğalmıştık. Doğal olarak birbirimize alışıncaya kadar başlangıçta ailede bir iki ufak gerginlik yaşanmasına rağmen kısa süre sonra, herkes birbirini öyle ya da böyle kabullenmişti. Annem de evi mükemmel bir şekilde çekip çevirmeye başlamıştı. Hatta ‘evde sihirli bir huzur var’ bile denebilirdi. İşte böyle başladı benim bu serüvenim. Daha doğrusu her şey, 60 metrekarelik evimizde ve 20 metrekarelik o küçük bakkal dükkânında olup bitti. Şeker tadında yaşayalım diye önce adını ‘Şeker Bakkal’ sonra da büyük bir ailemizin olduğunu vurgulamanın daha önemli olduğunu düşünerek ertesi gün de adını ‘Bizim Bakkal’a çevirdiğimiz, sobalı ve her tarafı tavana kadar tahta raflarla dolu o küçük ekmek teknemiz, bir anda bizim her şeyimiz oluverdi. Horoz kesip kanını dualarla alınlarımıza sürdük. Yeni yaptırdığımız ve üzerinde ‘Bizim Bakkal’ yazılı renkli işlemeli tahta tabelayı giriş kapısının tepesine astık..."

Parça No: 2

"...Öğretmenlikten ayrılıp ticarete atılan ve bizim mahalleden ayrıldıktan sonra iş hayatında bir süredir tanrının ‘Yürü ya kulum!’ dediği, ancak son dönemlerde işi giderek tekrar kötüleşmeye başlayan Şakir Amca, aslında iyi bir insandı. Üvey babamın da gerçek dostuydu. Bizim Bakkal’ın alınışında üvey babamın kardeşlerinin maddi katkılarından eksik kalanı, bildiğim kadarıyla o tamamlamıştı. Ama borcumuzu ödemiştik bu aileye. Şakir Amca’nın arabası, 1946 model, koldan vitesli, kırmızı-siyah, iki renkli bir Ford Mercury’ydi. Biz üçümüz arkaya kurulmuştuk. Benim aklım çok bulanmıştı. Buna rağmen ilk eve girdik. Şişman bir kızdı. Beni beğendiğinden emindim ama ne yazık ki ben onu hiç beğenmemiştim. Ama ikram edilen kahvemi, kurabiyelerimi çayla, keyifle yemiştim. Sonraki kız, karga burunlu tipik bir Trabzonluydu. Yine beğenmemiştim. Annemin bana devamlı hayretle baktığını hissediyordum. Zira artık işi şakaya vurup her ziyaretimizin keyfini çıkarıyordum. Şakir Amcalar da otomobillerinde her seferinde merakla kızı beğenip beğenmediğimi soruyorlardı. Eğer beğenmediysem üzülüyor ve neden beğenmediğimi öğrenmek istiyordu. En nihayet sonuncu kıza da uğradık. Aslında fena kız değildi. Enstitü mezunuydu, dikiş nakış, her şeyi iyi biliyordu. Güzel de sayılırdı. Ama annesi devamlı kızını methediyordu. Babaları olmadığı için teyzesinin kocası da oradaydı. Adamın devamlı çatlak çatlak gülen içkici biri olduğu ses tonundan anlaşılıyordu. Hanım hanımcık kızsa, az ve öz konuşuyordu ve eminim beni beğenmişti. İkramları, gelenek olduğu üzere, tıpkı diğer kızlar gibi büyük bir zarafetle hep o yapmıştı. Ama onun da konuşurken haminneler gibi eliyle devamlı ağzını kapatışından hiç hoşlanmamıştım. Artık zaten küçük bir bahane gerekiyordu ve onu da bulmuştum işte..."

Parça No: 3

"...manikürcü-pedikürcü olarak çalışan Eftalya’ya ise, benim gibi, mahalledeki genç-yaşlı, neredeyse bütün erkekler hayrandı. Benden birkaç yaş büyük olan uzun kızıl saçlı, çilli, sempatik ama maalesef benden oldukça uzun boylu olan bu dünya güzeli kızın gece gündüz hayaliyle yaşardım. Uzun ve dalgalı saçları, kıpkırmızı dolgun dudakları, kırmızı çilli kalkık burnu, süt beyazı tertemiz teni, balıketli vücudu ve gamzeli gülüşleri gözümün önünden hiç gitmezdi. Baş döndüren bir güzelliği vardı. İş bitiş saatlerinde neredeyse herkes, bu eli ayağı, her şeyi tanrı vergisi güzel ve alımlı, sülün gibi kızın yolunu gözlerdi. Bir süreliğine sonunda ben de o kıza âşık olmuştum. Gerçi o güne kadar ben her önüme gelene âşık olurdum, ama bu kez galiba iyice âşıktım. Hatta bu nedenle günlerce mide bulantısından yemek bile yiyemediğimi hatırlıyorum. Nedenini anlayamadığım bir şekilde avare gibi sağda solda, yağmurlarda dolaşıp haftalarca onu düşünüp duruyordum. Hayatımda ilk kez bulutların üzerinde uçuyor gibiydim. Demek ki aşk denen şey buydu; ‘Bir nevi uçacak kadar hafifleyip göğe bir tüy olup yükselmek, sonra da rüzgârla beraber yavaş yavaş keyifle etrafa savrulmak!’ Bu harika duyguyla, böylece ilk kez bu şiddette tanışmış oluyordum. Ama derslerim de ne yazık ki hemen bozulmuş, notlarım kısa sürede dibe vurmuştu. Eftalya ise sadece beni değil, hiç kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Zira Taksim’de bir sevgilisinin olduğu söyleniyordu kızın. Ben, bu dört ayağının üstüne düştüğüne inandığım o uyuzun hep ne kadar talihli bir insan olduğunu düşünüp dururdum. Hatta onu kıstırıp boğazını sıkmak bile isterdim. Çocukluk işte..."

Parça No: 4

"...Biz kışlamızda kısa bir süre daha eğitim ve atışlarımıza devam ettik. Bilhassa gece atışı yapmaya çalışıyorduk. Takım kumandanım Kemal Üsteğmen bizlere geceleri topluca süngüleşme de yaptırıyordu. Pire gibi bir adamdı. Yerinde duramıyordu. Bizi bazen güldürüyordu da... Teni, güneş nedeniyle burada daha da yandığı için iyice esmerleşmişti. Özellikle de geceleri bize süngüleşmeyi gösterirken o kısa boyuna rağmen ustalığı nedeniyle gözümüzde devleşiyordu. Onun hem kesici hem de dipçik hamlelerini yapabilmek için canımız çıkıyor ancak o kadar seri olamıyorduk. Ama geçen süre içinde bu konuda giderek daha iyi bir hale geliyorduk. Takım kumandanımız o düz arazide çişimizi nereye yapacağımıza bile karışıyordu. Neredeyse her gün farklı bir eğitim yerine gittiğimiz için, onun ilk işi daima uzak bir araziye bir adam gönderip oraya uzun yatay bir çizgi çektirmekti. O çizginin beri tarafına işenmezdi, ötesine doğru sırayla gidilip ihtiyaç giderilirdi. Sonradan aramızda konuşurken, bu askerliğin o kadar da mantıksız bir şey olmadığına karar verirdik. Çünkü böyle yapılmadığı zaman, eğer orada hela yoksa bir yer değil her yer kısa bir sürede hela haline geliyordu. Takım kumandanımız jandarma subayı olduğu için eşkıya peşinde de koşmuş bir adamdı. Bilgiliydi, üstelik bana göre daha bu yaşta bilgeydi..."

Parça No: 5

"...Bizden pek sık alışveriş etmese de çiroz gibi sıska görünümlü Matmazel Rozita’yı da çok severdik. Bildiğimiz kadarıyla nedense hiç evlenmemişti. Onun komik şivesine, üvey ağabeyimle arkasından bazen gizli gizli taklidini yaparak gülerdik. Ama bu yetmişini çoktan geçmiş hayat dolu, frapan kadın, elbiselerine uyan ve her gün başına taktığı o farklı farklı renklerdeki çiçekli bez şapkalarıyla mahalledeki herkesin gülü olmuştu. Çok gezerdi. Topuklu ayakkabıları, kolyesi, bilezikleri, hatta yüzükleri de şapkasının rengiyle mutlaka uyumlu olurdu. Bunu soranlara, kendisine özgü bir gururla “asorti” deyip, giysilerine her zaman çok dikkat ederdi. Onu sadece biz değil herkes çok severdi. Çünkü matmazelin işi gücü, mahallenin dini ve ırkı belli olmayan sokak kedilerine yardım etmekti. Başıboş köpekleri, kedilere rahat vermiyorlar diye pek sevmezdi. Her gün hiç üşenmeden, elinde, ortasına kıyma bastırarak hazırladığı küçük küçük iç ekmeklerle dolu bir tasla, sağda solda, sokak aralarında, kapı eşiklerinde onlarla konuşa konuşa, deli gibi dolaşırdı. Özellikle de yaralı ve sakat olan kedileri apartmanının önüne toplar, hatta bahçe katındaki bütün pencereleri demir parmaklıklı evini, sanki hastane gibi onlara açarak, hiç bıkmadan merhemler sürüp tedavi ederdi. Evinde bazen elliden fazla kedinin yaşadığı bile ağızdan ağıza söylenirdi..."

Parça No: 6

"...Gece olanlardan dolayı kafam kazan gibiydi. Saatime bakınca şok geçirdim. Mualla’yla randevumu neredeyse kaçırmak üzereydim. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama can havliyle giyinip kendimi sokağa attım. Çılgın gibi koşmaya başlamıştım. Asla gecikmemeliydim. Bir yandan saatime bakıyor ve onun hiç değilse her zamanki gibi birkaç dakika gecikmesi için dua ediyordum. İnsan âşık olunca demek ki bekletmekten hiç haz etmiyormuş. Aslında onun aşkına güvensem kesinlikle bu kadar tedirgin olmazdım. Ürküntümün bu yüzden olduğunu tahmin ediyordum. Kaldırımlarda, caddelerde koşarken aklımda tek şey vardı: Mualla! İstemeyerek omuz attığım hatta devirdiğim insanları falan görmüyordu gözüm. Fötr şapkam elimde kan ter içinde köşeyi dönüp nefes nefese oraya vardığımda onu beni bekler halde gördüm. Demek ki gecikmemişti. O da benim bu telaşıma şaşırmıştı. Hatta biraz dalga geçer gibi gülüyordu halime. Ama asıl nedenin kırpılmış kel kafam olduğunu sonradan anlamıştım. Yine de gecikmemek için kendimi perişan etmemden mutlu olduğundan emindim. Soluk soluğa sordum: ‘Kız neden zamanında geldin ki bu kez?’ O da ben de bu lafa birlikte çok gülmüştük o zaman. Bal rengi gözleri buğulu gibiydi. Göz ucuyla benim üç numara kesilmiş kelleşen başıma bakıyordu. Hemen fötrümü başıma giydim. Yine güldük... Parke taşlı caddede yürümeye başladık. Pek konuşmuyordu yine. Bu nedenle benim adeta çenem düştü. O gün, hiç susmadım diyebilirim. Ardından bir ara gözümü karartıp ona direnme fırsatı vermeden elini tutuvermiştim. Zaten o gün bir daha hiç bırakmadım. Saatlerce aynı yerlerde gezdik durduk. Bol sigara içtik. Esentepe’deki çay bahçelerinde oturup kısa kısa sohbetler ettik. Hatta oranın meşhur dutluklarında, bakkaldan aldığımız gazozlarımızla, papatyalı sarı çiçekli çayırlara oturup üzerinde piknik bile yaptık. Mualla her gittiğimiz yerden hep kısa bir süre sonra sıkılıyor ve biz de yer değiştiriyorduk. Bu benim umurumda bile değildi. Bir ara çok yakında askere gideceğimi bildiği halde bana ‘Yalnızlıktan, harplerden ve askerlikten oldum olası nefret ettiğini’ söyledi. Ben de ona ‘Yalnızlığı bilemem ama askerlik erkeklere mecburi bir vatan borcu! Ama harpler gerçekten de çok büyük zararlar verdi insanlara. Ama çok şükür artık Türkiye’nin böyle bir sıkıntısı yok! Yurtta sulh, cihanda sulh!’ diye hafif bir tebessümle cevap verdim. Mualla’ysa konuşurken, İkinci Dünya Harbi’ne, Nazilere falan adeta öfke kusuyordu... Laf bir ara döndü dolaştı ve doğal olarak sıra, çok yakın ve uzun sürebilecek ayrılığımıza geldi. O da ben de kısa bir süreliğine suskunlaştık. Ama Mualla benden önce kendisini toparladı ve ‘Sana hayırlı teskereler diliyorum, başka ne diyebilirim ki?’ dedi. Üstelik bir anda eğilip yanağımdan öpüverdi. Bir insanı herhalde en çok mutlu eden an, sevgilisinin onu ilk öptüğü andır diye düşünürdüm hep. İşte benim için de bu an herhalde o an olmalıydı. Rüya âlemindeki gibi kendimden geçmiştim..."

Parça No: 7

"...Mahallemizdeki daimi berberim Celal Usta, bunun bir asker tıraşı olduğunu öğrenince para falan almadı benden. Hatta gülerek, ‘Dönüşünde damatlık tıraşında nasılsa hıncımı alırım senden!’ dedi. Ama saçlarım üç numara kesilip gidince tipim gerçekten çok değişmişti. Ben bile aynada kendimi tanıyamamıştım. Bir insanın tipi on dakika içinde ancak bu kadar değişebilirdi. Korkunç bir hale gelmiş gibiydim. Humphrey Bogart benzetmeleri filan palavraydı. Islanmış sıçan yavrularına benzediğimi hissediyordum. Oysa Celal Usta kendisini işine kaptırmış, her makas atışta bir nasihatte bulunuyordu: ‘Aman Şadi, sakın nöbette uyuma, kumandanlarına kafa tutma, ne denirse onu yap, kafanı nizamiyede bırak çünkü aklına gerek yok, yemek seçme, çavuşlarla iyi geçin, yazıcı olmaya çalış, olamıyorsan depocu ol, bölük başçavuşunu kafaya al, günleri başlangıçta hiç sayma sonlarda geriye saymaya başlarsın, sırtını ve ayağını hep sıcak tut, beladan ve belalılardan kaç...’ Eve gidince hem annem hem babam saçsız yolunmuş halime şaşırmışlardı...” Üvey Ablam ‘Marsık gibi olmuşsun!’ dedi, kendisini tutamayıp bayağı güldü bir süre..."

Parça No: 8

"...belli ki biz bile bölük olarak burada yapayalnız kalmıştık. Düşman denen şey de nemenem bir şeyse bize doğru yaklaşıyor olmalıydı. Ben karabina silahımı daha sıkı kavramıştım. Boynumdan Mualla’mın bana şans getireceğini umduğum mendili çıkartıp hasretle koklayarak öptüm, öptüm... İlerilere, tepelere doğru, acaba gizlice yaklaşan düşman falan var mı diye daha da dikkatli bakmaya başlamıştım. Bu sırada Kemal Üsteğmen Ramazan Yüzbaşı’nın takım kumandanlarıyla aralarında yaptıkları konuşmaları bizim de mangaca dinlediğimizi fark edince kızdı ve eliyle hemen oradan uzaklaşın işareti yaptı. Çaresiz, ayağa kalkıp arkamıza bakmadan hızla biraz daha ileriye, bir çam ağacının altına gittik. Herkes öğrendiği bu beklenmedik bilgiler yüzünden şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Tamamını anlayamasak bile aslında söylenenler netti. Anladığım kadarıyla, Amerikalılar bizi buraya adeta yem gibi atıp ortadan kaybolmuştu. Mangamda en sakin mizaçlı adam olarak tanıdığım İstanbullu Kel Talip bile telaşlanıp uzun bir süredir ilk kez, ‘şimdi sıçtık işte!’ diye patladı. Samsunlu Bünyamin Onbaşı da beklemeden, yatıştırıcı bir şekilde lafa atıldı: ‘Arkadaşlar ne kadar zamandır bu anı beklemiyor muyduk? Amerikalılar haftalardır, yok gerilla peşinde, yok intikalde, yok ihtiyatsınız deyip güvenmez bir şekilde bizi devamlı geride tutmuyor muydu? Şunun şurasında savaşın sonuna gelindi zaten. Buralara gelip savaşmadan gidilir mi? Çok şükür işte fırsat doğdu bizlere. Hem görelim bakalım savaş neymiş? Ben şahsen böyle işsiz güçsüz beklemekten daha fazla yoruldum.’ Mardinli Bedri de kendini tutamadı ve ekledi: ‘Çavuşum eğer tez başlarsak evvel Allah tez biter bu iş. Bir başlayalım hele!’ Sinoplu Sarı Kadri’yse bu sözlere itiraz edercesine ‘Ama çavuşum, hani daha iki gün önce yılbaşında evde olacağımız söylenmemiş miydi bizlere? Yalan mıymış yani bu?’ diye çıkıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu ama gördüğüm kadarıyla manganın çoğunluğu, bir çatışmaya girecek olma ihtimalinden dolayı, memnun görünüyordu. Ben de hemen ikna edici bir ses tonuyla ‘Ya oğlum kimse moral bozup, hemen telaş yapmasın! Durun bakalım, kumandanlar aralarında durumu bir tartışsınlar hele. Bize ne diyecekler bir bakalım... Biraz sabır’ diye cevap verdim. Bu sözüm herkesi biraz olsun sakinleştirmiş gibiydi..."

Parça No: 9

"...Adamlar sağına soluna bakmadan, oraları emniyetli sanarak, maça gider gibi kontrolsüz, toz duman içerisinde güneye çekiliyorlardı. Ben bulunduğumuz yere aniden ateş açarlar diye korkudan açığa çıkamadım ve çalılıklarda biraz emekleyerek, biraz da sürünerek kısa bir süre dikkatle ilerleyip solumdaki diğer boğaza doğru yöneldim. Bereket etrafta çok fazla mülteci yoktu. Az sayıda olanlar da kenarlarda durup bu yarı kontrolsüz askeri kalabalığın geçmesini bekliyordu. O zavallıların durumuysa tam anlamıyla içler acısıydı. Gözüme ilk çarpan şey, bir-bir buçuk yaşındaki çok küçük ve yarı çıplak bir çocuğun, başındaki kandan, her nasılsa vurulup öldüğü anlaşılan anasının dışarı fırlamış tek memesini emmeye çalışmasıydı. Zavallı kadının arkasından ağlayacak gibi olmuştum. Hemen elli metre uzaktaki diğer mülteci kadınlardan bebekli olan birisini zorla oraya götürmeye karar verdim. İngilizce denedim. Hepsi bön bön suratıma baktı. Korecemin olmaması büyük bir sorundu. Omzumdaki ay-yıldızlı kırmızı beyaz forsumu gösterdim. Hiçbir şey ifade etmedi onlara. Kadın kucağındaki bebeğine sıkıca sarılıp benden çok korkmuş, hatta yanındaki diğer yaşlılarla çocuklara bir şeyler söyleyerek onları da telaşlandırmıştı. Bu yüzden de benimle gelmemeye çok direndi. Ancak o can pazarında ikna edecek falan zamanım yoktu; bu yüzden M1’in süngülü namlusunu kadıncağıza doğrulttum. Gözlerini açıp elektriklenmiş gibi, süngünün ucuna bakarak dondu kaldı zavallı. Kararlılığımı görünce çaresiz isteğime boyun eğdi. Zaten o sakallı bıyıklı, kan revan içindeki vahşi ve bakımsız halimi ben bile görsem kendimden korkardım herhalde. Zavallı, bebeğini ailesine bırakarak oradan ağlaya ağlaya yalvararak ayrıldı ve elimle gidilecek istikameti işaret edince korku içinde önümden o tarafa doğru küçük adımlarla ayaklarını sürüye sürüyeyürümeye başladı. Yan gözle de tedirgin bana bakıp hıçkırıyordu. Ailesi de oradan ayrılır ayrılmaz arkamızdan hemen topluca ağlaşmaya başladı. Ben de o tarafa dönüp meydan okuyarak ‘Gelin hadi’ diye elimle çağırmama rağmen hiçbirisi kadının yanına gelmedi; belki de gelemedi. Belli ki beni kötü niyetli sanıp onu da gözden çıkarmışlardı. Can pazarında birini feda edip kalanlarla canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. İnsanlık o savaş alanında sanki köpekleşmiş gibiydi. Zor bir durumda kalmıştım, içim parçalandı aslında ama etkilenmeden, aklımdakini uygulamaya devam etmeye kararlıydım. Kadın, çalıların arasından ilerledikçe herhalde her an benim ona kötü bir şeyler yapacağımı sanıyordu. Allah kahretsin ki, ben asıl niyetimi bir türlü onun diliyle anlatamıyordum. Ancak kısa süre sonra, az ilerideki bebekle annesinin yarattığı ve henüz bozulmamış o korkunç manzarayı görünce, bebekten önce o zavallı kadınla aynı akıbeti paylaşmaktan korktu. Zaten sarı olan suratı kireç gibi bembeyaz oldu. Aniden dizlerime kapanıp bağışlamam için yalvarmaya başladı. Kendisini kaldırıp sakinleştirmeme bile fırsat vermiyordu. Ama ben birden silahımı bırakıp eğildim, kan içindeki cansız kadının memesini hâlâ emmeye çalışan minik bebeği almasını işaret edince birden yüzü değişti; korkusu gitti. Benim niyetimin kötü olmadığını nihayet anlamıştı..."

Parça No: 10

"...Yanımdan ayırmadığım minyatür takım amma da işime yarıyordu. ‘Hey gidi Fikret Bey Amca hey! Kulakların çınlasın. Kim bilir şimdi o karanlık evinde neler yapıyorsundur sen?’ diye mırıldanarak Kurtuluş’u ve oradaki satranç dostumu hayal ettim. Aklıma bir anda Mualla da gelmişti. Tanrım ne güzel bir şeydi o öyle? Göğsümdeki muskama sarılı menekşe işli mendili dışarı çıkartıp kimseye göstermeden defalarca öpüverdim. Ne kadar da uzaklaşmıştık birbirimizden. Onun beni ne kadar sevdiğini hâlâ bilemiyordum ama benim ona tutkuyla bağlandığım kesindi. İstanbul’daki son günlerimizi, hafızama kazıdığım o muhteşem kokusunu hatırladım. Ardından da bana son attığı, kısalığı yüzünden içimi biraz burkan satırlarını da hatırladım. Benden ne istiyordu, ya da benim burada ne yaptığımı sanıyordu? Hey Tanrım hey! Ben Bisiklet Hırsızları filmini, nereden bulup seyredecektim ki dağın başında? Kendimi kontrol altına alamadım ve uzunca bir süre kıs kıs güldüm. Kızın benden ve yaşadıklarımdan hiç haberi yoktu. Aslında burada bizim yabancılarla birlikte filmler filan seyrettiğimizi sanıyor olmalıydı. Biz seyretmiyor aslında hakikisini çekiyorduk filmlerin. ‘Orası nire, burası nire?’ diye söylendim kendi kendime... Bir of çektim, canım sıkılmıştı. Sigaramı çıkarıp yaktım bir anda. Dumanına bakakalmıştım. Sigaramın dumanını daireler şeklinde havaya üfleyebiliyordum artık. Bu kadar kısa sürede ne büyük başarıydı! Uzaklarda işler böyle oluyordu işte..."

Parça No: 11

"...Ama sakal tıraşımızı devamlı oluyorduk. Bıyıklarsa iyice uzamaya başlamıştı. Ben horozlu yuvarlak aynamdan arada sırada bıyıklarıma bakarak kısa sürede tipimin nasıl bu kadar değiştiğini kolayca görebiliyordum. Yüzümdeki o Humphrey Bogart görüntüsü çoktan kaybolmuştu. Aksine burada kavruldukça hepimiz giderek birbirimize daha çok benzemeye başlamıştık. Ben Zeki’ye, Zeki Mardinliye, Mardinli Malatyalıya, Malatyalı Artvinliye, Artvinli de bana; insanlar bu koşullarda nasıl da hızla tekdüzeleşip böyle birbirine benziyordu, hayret etmemek mümkün değildi. Mualla, benim bu halimi görse eminim çok gülerdi, belki de korkardı..."

Parça No: 12

"...İşte tam o anda Yakup’la Bedri’nin yokuş aşağı, düşe kalka ateş ederek bana doğru yaklaştığını gördüm. Ardından da Hilmi Üsteğmen’le onun sayıları iyice azalmış takımının erleri belirdi. Perişan haldeydiler. Çiroz gibi zayıflığıyla kendisine devamlı takıldığımız Paytak Yakup bile başarmış gibi görünüyordu. Bu hareketlerimiz, Çinlilerde kısa süreli bir tereddüt yarattı. Ben mi yoksa bu iki artçı mı, yoksa Hilmi Üsteğmen’in artçıları mı iyi hedefti? Onların duraklama hatasından yararlanıp son kalan mermilerimi ölüm bölgesinin iki tarafındaki düşmanın üzerine yağdırdım. Mermim bittiğinde iki arkadaşım da yanımdan fırlayıp ileri geçmişti. Onlara, ‘Bütün gücünüzle aşağıdaki sırta koşun’ dedim. Sonra ben de ganimet makineli tüfeğimi yana devirip hemen kapak takımını çıkartıp yanıma alarak oradan fırladım ve hep birlikte aşağıya doğru zikzaklar çizerek koşmaya başladık. İzli mermiler her tarafımızdan ateş saçarak vızıldıyordu. Bir an için, çelik bir çekirdeğin bedenimi nasıl deleceğini, canımı nasıl acıtacağını düşündüm. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyordu. Koşarken, gözlerimin önüne bakkaldaki üvey ağabeyimle babamın huzurunda yaptığımız o sipariş yarışı gelmişti. Kim hızlıysa o kazanacaktı. Kolumda sanki sepetim varmış gibi çılgınca koşuyordum. Bedri önümdeydi. Ben de hemen onun arkasından koşuyordum. En arkadan gelen Hilmi Üsteğmen yolda sıkı çatışmaya girmişti. Yakup paytak olduğu için iyi koşamıyordu. Bu arada nereden çıktıysa, arkamızdan, üzerindeki makinelisiyle ateş eden bir Kızıl Çin cipinin yaklaştığını gördüm. Pes edip tam bırakmak üzereydim. Çünkü artık dermanım kalmamıştı. Birden Yakup yuvarlanarak düştü. Ona yardım edecek gibi oldum, yavaşladım ama gördüm ki sırtından mermi yemişti. Bana durmamam için şiddetle bağırdı: ‘Hayıır! Giiit!’ Yardım istememişti. Zaten yapabileceğim bir şey de yoktu. Çaresiz hızla tekrar ileri doğru koşmaya devam ettim. Yan gözle de arkama bakıyordum..."

Parça No: 13

"...Az sonra kaçarı yok, ya öldürecek ya ölecektim. Bu yüzden birden ellerim titremeye başlamıştı. ‘Allah kahretsin’ dedim. Çünkü hep böyle oluyordu. Korkağın teki miydim yoksa? Ama neyse ki ileri atılınca dünyayı unutuyordum. O zaman da sadece karşımdakinin kanını içmek, canını almak, gözünü çıkarmak veya ellerimle boğazını parçalamaktan başka bir şeyi düşünemez hale geliyordum; gözlerim dönüyor, canhıraş çığlıklar atıyor ve çok vahşileşiyordum. Bu andan itibaren de işim kolaylaşıyordu... Fakat karanlıkta geçen zaman, böyle hareketsiz durup bir şekilde uzadıkça kalp atışlarım da hızlanıyordu. Kalbim yerinden fırlayacak şekilde küt küt atıyordu. Soğuktan dolayı yukarı yükselen nefes buharlarıma gözüm dalıyordu. Alnımda da soğuğa rağmen ter birikmişti. ‘Üff hâlâ ne bekliyorlar?’ diye kendi kendime mırıldanıp duruyordum. Gözüm nedense kolumdaki fosforlu saatimdeydi. Aklıma Çanakkale’deki babalarımız, dedelerimiz gelmişti. Ne farkımız vardı ki onlardan? El telsizimden bir anda ‘Süngü taak! Hücum’ şeklinde bir haykırış duyduk. Komut, kasaturaların namlu ucundaki yuvalarına oturtulmasından kaynaklanan ve siperlerin üzerinde yükselen yaylı metal seslerinin çıkmasıyla beraber anında uygulandı. Ardından hepimiz, hep beraber ok gibi siperlerimizden fırladık. Boğazımızdan canhıraş şekilde çıkardığımız, ‘Allah Allah’ sesleriyle, ara sıra kalçadan da ateş ederek, süngülerimiz önde koşuyorduk..."